İlk ve Tek Selma Ergeç Blog'u :)

İlk ve Tek Selma Ergeç Blog'u :)

28 Ekim 2011 Cuma

Muhteşem Yüzyıl’ın Selma Ergeci! Selma Ergeç kimdir?


Selma Ergeç ropörtajı!Hatice Sultan ropörtajı!

“Muhteşem Yüzyıl” dizisinin Hatice Sultan’ı Selma Ergeç ,kendisi ve “Muhteşem Yüzyıl” dizisi çok samimi açıklamalarda bulundu.

Hatice Sultan olmadan önceki rollerinde de hep sakin, hatta durgun kadınlarda izledik onu. Tutsan kırılıverecek, hayal gibi uçucu ve illa ki suskun… Aksine dair rivayetler duymuş olsam da Selma Ergeç’in bu kadar kanlı canlı, kıpır kıpır hareketli ve de üstelik çok konuşkan olacağına ihtimal vermemiştim. Bir de neşeli ve eğlenceli.

Topkapı Sarayı’nın mahşer yeri gibi olduğu saatlerde hem bizim, hem yerli ve yabancı turistlerin objektiflerine poz verdi, mini şortuyla Sultanahmet Meydanı’ndan bir dolu laf işiterek geçti, ne yoruldu ne keyfi kaçtı. Alman anneyle Türk babanın Almanya’da doğup büyümüş, tıp, felsefe, psikoloji okumuş, keman çalan, şarkı söyleyen, dans eden, at binen, dalış ve yoga yapan şimdilik oyuncu kızını zaman ve yer yettiğince tanımaya çalıştık. Ama belli ki onda açılmamış çok kutu var.

* Hatice Sultan’ın size nasıl geldiğinden başlasak…
O bana gelmedi, ben ona gittim. Ben Halit’i çok severim. Abim gibi hissederim ve sanki onun olduğu proje güzel ve huzurlu olacak gibi gelir. Projeleri konuşurken menajer Ayşe Barım’a “Halit ne yapıyor?” diye sordum, “Muhteşem Yüzyıl’ diye bir iş yapacak” dedi. Bu, kafamın bir yerine yerleşti. Sonra Kaş’ta oturmuş dağlara bakarken “Ben o projede olmak istiyorum” diye aradım. Senaryoyu başka bir karaktere göre okudum önce. Ama bitirdiğimde nedense Hatice vardı kafamda. Niye, gerçekten bilmiyorum çünkü öyle bir karakteri bir daha oynamak istemiyordum. Hep sessiz, sakin, iyi, hafif melankolik karakterler oynadım ve çok sıkıldım bundan. Malzeme de bulamıyorum, tekrara düşüyorum gibi geliyor. Ama buna rağmen Ben Hatice’yi istiyorum dedim.

* Hatice’nin aslında sanıldığından güçlü bir kadın olduğunu ilerleyen bölümlerde fark ettik…
Evet, mesela Mahidevran’la Hürrem’i azarladığı bir sahne vardı, çok eğlenceliydi.
“Kanuni’nin değil, Matrakçı’nın yerinde olmak isterdim”

* Ondan beklenmeyecek bir davranıştı…
Hayatta da bir insanı tek cümleyle tanımlayabileceğimizi düşünüyoruz ya biz. Nasıldır? Sakindir, sessizdir. Değil. O insanı tanıdıkça görürsünüz ki evet sessiz, sakin, tatlı, naif, aynı zamanda son derece hırçın, kavgacı ve sinirli de olabiliyor. En sessiz insanlar bence en tehlikeli insanlardır. Onların tersi çok daha fena olur. Bence Hatice de öyle. Çok sevgi dolu, çok iyi tarafta durmaya çalışıyor. Bu kadar entrikanın döndüğü sarayda, çok saf bir yerde kalmayı tercih etmiş olabilir bilinçsizce. Ama işte siz ne kadar bunların dışında kalmayı isteseniz de hayat sizi onun içine çekebiliyor ve o zamanki hali bence çok enteresan olacak.

* “Beyaz Show”da “O dönemde kadın olmak istemezdim ama Süleyman olmak ister miydim o da başka bir konu” dediniz… İster miydiniz?
Yok. Güç çok tehlikeli bir şey. Birinin eline güç geçti mi karakteri de değişiyor, çok arzu edilecek bir şey mi, bilmiyorum. Çok keyifli hayatlar değil onlar. İlla biri olacaksam Matrakçı olmak isterdim. Sanatçı ruhlu biri ve o dönemin daha bir tadını çıkarmıştır diye düşünüyorum.

* Pargalı ile Hatice’nin aşkını nasıl buluyorsunuz? Çok ütopik değil mi?
Evet ama en ayaklarının üstünde duran adamlara ve kadınlara sorun, herkes büyük bir aşk istiyor.

* Siz de ister miydiniz?
Kim istemez canım? Hani yani devamlı bir adam bana keman çalsın ister miyim bilmiyorum tabii. Ben çok daha pragmatiğimdir. Romantik bir kafaya sahip olduğumu asla söyleyemem. Ama o kadar güzel yazıyor ki Meral Okay, ben bile Hatice kafasına geçtiğimi fark ediyorum bazen. Hop, burası Hatice kafası, buradan çıkmak lazım diyorum.

* Mektuplar yazan, keman çalan bir adam aramaya başlayabilirsiniz aksi halde…
İcraattan çok onun temsil ettiği duygu hali çok acayip tabii. Biz çok şüpheci olmaya başladık. Açık, net, basit, dürüst naif, saf bir şekilde hiçbir konuya yaklaşamaz olduk. Bence bu aşk biraz onu temsil ediyor ve insanlar bunun özlemini çekiyor. Adam keman çalıyor, kız mektup yazıyor, birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlar, ciddi özlem çekiyorlar. Bunda çok acayip bir şey yok ama bize çok tuhaf geliyor. Karmaşıklaşıp çirkinleşmeyen her şey sanki gerçek olamayacakmış ve sanki dalga geçilmesi gereken bir şey gibi gelmeye başladı ya, bence biraz da kendimize bakmamız lazım burada.

Koruncuk Vakfı yararına “muhteşem gece”

* “Muhteşem Yüzyıl” dizisinin Koruncuk Vakfı ile bir işbirliği varmış…
Evet, çok seviyorum o projeyi. Bir çocuk köyü ve çocuklar altılı yedili gruplar halinde bir evde haftanın altı günü orada olan bir anneyle yaşıyorlar. Korunmaya muhtaç çocuklar için bulunmuş en güzel çözümlerden biri. Bizim hedefimiz de bu formatın Türkiye’ye yayılması. “Muhteşem Yüzyıl” sürdükçe ve ondan sonra da bu projeyi destekleyeceğiz. 9 Haziran’da Sait Halim Paşa Yalısı’nda bir gece düzenlenecek. Ekipçe orada olacağız, bir açık artırma olacak, kostümler, mücevherler satılacak, müzik olacak. Hatice’nin de nişan kostümü satılacak orada.
“Bale yapamayınca karateye geçtim”

* Siz keman çalıyorsunuz… Profesyonel müzisyen olmayı düşündünüz mü hiç?
Bir dönem düşünmüştüm. Ama sonra vazgeçtim, benim çok ciddi bir sahne korkum var. İnsanların önüne çıkarken çok heyecanlanıyorum. Bir orkestranın içinde daha rahat ettiğimi fark ettim ama solo da çok çalmak zorunda kaldım. Ve benim elerim titriyor heyecanlandığım zaman. Bu da iyi bir şey değil keman çalarken. O yüzden çalmıyorum. Kendi kendime çalıyorum, bana iyi geliyor. Çok delirdiğim, çok sıkıştığım zaman ya müzik dinlemem, ya şarkı söylemem, ya dans etmem ya da keman çalmam lazım. İsterdim ki elektrogitar ya da bateri çalayım, ona da bir gün başlayacağım herhalde.

* Şarkı da söylüyor musunuz?
Genellikle şahitler yokken.

* Dans peki? Ders aldınız mı onun için de?
Yok, öyle havalı havalı etmiyorum, gayet komik ediyorum. Ama bale yaptım her uslu küçük kız çocuğu gibi. Balerin olmak istiyordum mesela gerçekten.

* Niye olmadı?
3,5 yaşında başlamıştım baleye ve 6 ile 10 yaş arasında yapamadım. Çünkü Erdemli’ye taşındık, Mersin taraflarında çok küçük bir yer. Orada bale yapma imkanı yok. Spor namına askeriyenin karate kursu vardı, biz ona giderdik. Bir sürü asker arasında, kardeşimle ben, bıdık, karate yapıyorduk. 10 yaşından sonra da biraz dobiştim ben, bir daha geri dönmedim.
n Bu hiç inanılası bir şey değil…
Harbiden, ben çok çabuk kilo alıyorum. Bizim baba tarafı, genetik kodlama öyle. Anne tarafı çok disiplinli olduğu için idare ediyorum.
“Babam gibi cerrah olmak istiyordum; kesip biçmeyi seviyoruz”

* Annenizle babanız nerede tanışmış?
Çok klasik. Annem hemşire, babam doktor, aynı yerde çalışıyorlar. Babam uzmanlık için Almanya’ya gidiyor, annem de o yaz Türkiye’ye gitmiş, çok sevmiş. Babam annemi dansa kaldırıyor bir dans gecesinde. Böyle ikisinin tamamen ayrı anlattıkları bir tanışma hikayeleri var. Ama ben anneme daha çok inanırım çünkü babam biraz daha süslüyor bence.

* Kaç kardeşsiniz?
En büyük benim, sonra erkek kardeşim Deniz var, sonra Leyla var.

* Alman isimleriniz yok mu?
Yok çünkü Leyla zaten Laila, çok evrensel bir isim, Deniz öyle. Benim ismim de Selma Lagerlöf’ten. Annem hamileyken Selma Lagerlöf okuyor. Çok enteresan bir seçim bence hamile bir kadın için, o yüzden ben böyle çıktım herhalde. “Selma ne güzel isim” diyor. Babam da Türk ismi o diyor. Babama göre her şey Türktür, herkes Türk ve her şey Türklerin icadı; çok şekerdir.
“Birkaç ay, bir sürü seneye dönüştü”

* Liseyi İngiltere’de okumuşsunuz, o nasıl oldu?
Biz en az iki senede bir taşınıyorduk. Nihayet annemle babam bir yere yerleşti. Ama bünye alışmış oldu. Kardeşim sıkılıp Güney Afrika’ya gitti, ben de İngiltere’ye. Londra’da çok güzel bir okul bulmuştum, kızlı erkekli. Ama babam Adanalı ya, Oxford’da kız okuluna gönderdi. Liseden sonra da tıp.

* Ne doktoru olmak istiyordunuz?
Cerrah olmak istiyordum. Babam da genel cerrah. Biz seviyoruz öyle keselim biçelim.

* Bırakma kararı nasıl verildi?
Ben hep oyuncu olmak istiyordum ama işte sahne korkusu var. Tıbbın üçüncü senesinde Türkiye’ye staja geldim. Önce Çapa’ya, acile, ikincisinde de Adana Çukurova’ya. O sıra altı ay kadar ara vermek istedim. “Böyle mi Olacaktı?” dizisinde eroin bağımlısı bir kız için oyuncu aranıyordu, birkaç ay yapabilirim diye düşündüm. O birkaç ay oldu bir sürü sene. Sonra kendime şöyle bir yöntem buldum: Albert Schweitzer diye çok hayran olduğum bir doktor var tarihte, org çalmayı çok seviyor. Ve şöyle bir pazarlık yapmış kendiyle: 30 yaşına kadar müzik yapacağım, 30 yaşından sonra doktor olup hayatımı buna adayacağım. Dedim sen de 30 yaşına kadar oyunculuk yap, eğle kendini. Ama ondan sonra adamakıllı tıp oku ve Afrika’ya git, insanlığa bir faydan olsun, yaşamış olmanın bir anlamı olsun. Ama işte bırakamıyorum.
“Kendime yutturmaya çalışıyorum”

* Bu fikir hâlâ bir kenarda duruyor mu?
Evet, çok gelgit yaşıyorum hâlâ. Teknik olarak yapılabilecek, vicdani sorumluluk olarak da yapılması gereken bir şey. Ben buna oyunculuk içinde kılıflar uydurmaya çalışıyorum kendi kafamda. “Bir doktor olarak insanları bedensel olarak iyileştirebilirsin ama seni en çok etkileyen şeyler ne oldu hayatta? Kitaplar ve filmler. Bunun içinde yer alıyorsun, böyle bir faydan olabilir belki” diye kendime yutturmaya çalışıyorum

ensonhaber.com

selma ergeç röportaj elle dergisi makyajı saçı söyleşi resimleri haberleri burada arkadaşlar. "Muhteşem Yüzyıl" dizisinin güzel ve narin, zarif Hatice Sultan ' ına can veren Selma Ergeç, Elle Dergisi için harika bir röportaj vermiş. Bizde o güzel röportajı sizlerle paylaşıyoruz Melek'ler.

Selma Ergeç Röportaj


Selma Ergeç’i ne kadar tanıyorsunuz? Onunla bir gün geçirdiğinizi varsayalım. Neler yaşar, neler konuşurdunuz, hangi yönlerini keşfederdiniz? Elle dergisi bunu keşfetmek için ünlü oyuncuyla bir araya geldi.

Uzun zamandır evlerimize Hatice Sultan kimliğiyle konuk olan Selma Ergeç’le birazdan bir araya geleceğiz. Acaba canlandırdığı o çıtkırıldım, aşırı duygusal, elini soğuk sudan sıcak suya sokmayan kadına azıcık da olsa benziyor mu? Çok bir ağustos günü, güneş doğumuna verdiğimiz randevuya zamanında gelecek mi? Sabahları suratından bin parça düşen ve ağzını bıçak açmayan tiplerden mi? Yoksa mutlu uyanan bir insanla mı karşılaşacağız?
Gelmesini beklerken bunları düşünüyorum. Bizlerden yarım saat sonra, elinde XL boy kahvesiyle geliyor. “Günaydın”ı yüksek, enerjik bir sesle söyleyip o gün saçını, makyajını yapacak herkesi ve fotoğraflarını çekecek Barış’ı sarılarak selamladığı için ikinci kategorideki, güne keyifli başlayanlardan olduğuna karar veriyorum.

ROCK TATİLLERİN İZLERİNİ TAŞIYOR

Fazla yükten hoşlanmıyor olmalı. Birkaç ince bileklik dışında üzerinde hiç takı yok; ne kolye, ne küpe, ne yüzük ne de saat. (Oysa Hatice Sultan’ın üzerinde gördüğümüz her takının, kadın izleyiciler tarafından “arzu nesnesi” mertebesine yükseltildiğini biliyoruz.)

Tek aksesuvarı, güneş gözlüğü ve cep telefonu ki, her ikisini de beş-on dakika sonra bir kenara bırakıyor. Çekim bitene kadar da cep telefonunu pek eline almıyor. En azından çalışırken telefonunu elinden düşürmeyenlerden değil.

Üzerinde desenli mavi bir şal, kardeşi Leyla’dan “ödünç aldığı”, derin V dekolteli beyaz bir bluz; mini şort ve pudra rengi balerin babetler var. Saçları, tam “yıka çık” look’u.

Belli ki hafif gezmeyi seviyor; çünkü ağzını pek kapatamasa da, uzun saplı minicik bir çantayla gelmiş. O sabah hepimiz daha ilk anda dikkatini çeken şey, bacaklarında görülen bol sayıdaki morluk. “Dizi setinde mi oldu?” diye soruyorum; ancak bunu söylediğim anda ne kadar manasız bir sual olduğunu fark ediyorum: Hatice Sultan’ın dövüş veya benzer bir sahnesi yok ki! Üstelik dizi de (görüştüğümüz o ağustos günü) henüz tatilde, yeni sezon açılmadı.
Selma Ergeç gülerek “Biraz fazla rock bir tatil yaptım da” diyor. Bir rock festivaline gitme ihtimali var tabii ki, o günkü kıyafeti 70’li yıllara fazlasıyla gönderme yapıyor.

Ancak işin aslı farklı: Güzel oyuncunun tatil anlayışı bambaşka... Denizde tüple daldığını, ardından ısviçre’de dağa tırmandığını öğreniyorum. “Dalış tüpü, kaya veya bir başkası çarptı, ayaklarım morluklar içinde kaldı” diyor; ancak sesindeki heyecandan bu durumdan hiç de şikayetçi olmadığı anlaşılıyor.
Dört senedir tüple dalıyor. Ayrıca ısviçre’de çok güzel bir tırmanış parkuru varmış, bu yıl oraya gitmiş. “Çok riskli değildi ama biraz hasar aldım işte” diye anlatıyor gülerek.

DOKUZ YAŞINDAN BERİ VEJETARYEN

Bu arada, moda direktörümüz Melis Ağazat’ın üzerindeki beyaz dantel elbiseyi beğenip nereden aldığını soruyor. Her kadın gibi o da “Giyecek hiçbir şeyim yok!” diyor. Aslında gardırop doluymuş. “Ancak hit parçam eksik” diyor. Merak etmesine gerek yok; zira Elle çekiminde bu boşluğu birkaç saatliğine de olsa doldurmuş olacak.

Çok uzun süreceğini tahmin ettiğimiz güne iyi bir kahvaltıyla başlamaya karar veriyoruz. Mönü kartı kendisine uzatıldığında Selma Ergeç “Uyandıktan en erken iki saat sonra bir şeyler yiyebilirim” diyor ve kahvesini içmeye devam ediyor. Ve hemen itiraf ediyor: “Sigara dışında aşırı sağlıklı yaşayan birisiyim.”
Bu ne demek? Birincisi, yaklaşık dokuz yaşından beri vejetaryen. (Ne kadar vejetaryen olduğunu merak ettiğimde et yemediğini, ancak yumurta tükettiğini, peyniriyse çok sevdiğini öğreniyorum. Zaten o gün yemek molası verdiğimizde de peynirli salatayı tercih ediyor.) Ailesi, başta bu duruma alışmakta zorluk çekse de, sonradan kabul etmiş. Hatta babası bugünlerde kendi arkadaşlarına da “vejetaryen propagandası”na başlamış!

Tatillerinden de anlaşıldığı gibi, sporu (ve hatta ekstrem türlerini) seviyor. Güneşlenmiyor, daha doğrusu bronzlaşma gibi bir derdi yok. Tatilden beyaz dönenlerden.

SAÇIMI KESTİRMEME İZİN VERMİYORLAR

Elindeki duble kahve bitince makyajı yapılıyor. Hamiyet onu hayalimizdeki Elle kadınına dönüştürürken “Keşke setteki makyajımızı kendimiz yapabilsek, o zaman bu işlem beş dakika sürer” diye iç geçiriyor. Günlük hayatta neredeyse hiç makyaj yapmıyor. Sıra saça gelince “Ne yapmalı, saçı nasıl olmalı” soruları biraz uzun sürüyor... Tartışmalar uzayınca Selma birden “Erkek olmak istiyorum” diyor! Erkeklerin günlük hayatta veya dizi/dergi çekimlerinde “saç sorunu” yaşamamasına imreniyor. “Aslında saçımı kısacık kestirmeyi çok istiyorum; ancak dizi yüzünden buna izin yok” diye ekliyor.

Gösterişli saç aksesuvarlarını başından eksik etmeyen Hatice Sultan’ı, Emma Watson tarzı bir modelle hayal edemediğimi düşünüp gülümsüyorum. Ancak Selma Ergeç’e yakışacağına eminim. Keşke bir sonraki projede kendisinden üç numara saç isteseler de, nasıl olacağını görsek...

Bu arada ileride saçları beyazladığında, boyatmayı düşünmediğini söylüyor. Saç mevzusu devam ederken ekibe bir tüyo veriyor: “En iyi saç, beş dakikada yapılandır!” Pratik insan, beş dakikada makyaj, beş dakikada saç... Kimseyi kapıda uzun uzun bekletmediğine eminim.

BU HAYATTA BÜYÜK KONUŞMAYACAKSIN

Selma Ergeç, büyük laflar etmemeyi tercih ediyor. “ınsan neyle ilgili büyük konuşuyorsa, özellikle de başkalarını yargılarken, dedikodu yaparken, adeta bir işaret koymuşçasına, belki birkaç ay, belki birkaç sene sonra aynı durumla karşılaşıyor. Bir bakmışsın, o yerden yere vurduğun, hiç tasvip etmediğin insan gibi davranmaya başlamışsın” diyor. O yüzden yargılamaktan ve yargılanmaktan hoşlanmıyor

En baştan başlayalım. Almanya’dan İstanbul’a yolculuk nasıl oldu?

Adanalı bir baba ve Alman annenin üç çocuğundan biriyim. Babam doktor, annem hemşire. Almanya’da birlikte çalışıyorlar. Bir kız, bir erkek kardeşim var. Ben en büyük çocuğum. İyi bir aile hayatım oldu. Sadece çok fazla taşındık bir yerlerden bir yerlere. 15 yaşında sadece kızların okuduğu yatılı bir okulda okumaya İngiltere’ye gittim. Sonra Almanya’ya döndüm ve 18 yaşında tıp okumayı seçerek üniversiteye başladım. 22 yaşında İstanbul’a staj yapmaya geldim. Stajlarımı Türkiye’de yapıyordum, çünkü Almanya’ya göre Türkiye’de staj yapmak çok daha eğlenceli ve öğreticiydi. Burada staj yaparken okula geri dönmek yerine altı ay ara vermeye karar verdim. Sonra da geri dönemedim.

Oyunculuk hangi dönemde kanınıza girdi?

- O dönem benim için çok flu bir dönem aslında. (Gülüyor) Sanata ilgim hep vardı. Fakat meslek olarak çok başka bir şey tercih etmiştim. O zamanlar bana göre çok daha doğruydu. Çok daha onurlu bir seçim olduğunu düşünüyordum. Tıpta okurken şunu gördüm; bütün arkadaşlarım tıpla benim olduğumdan çok daha fazla ilgiliydi. Arkadaşlarım gibi “Boş zamanlarımda ince bağırsağın inceliklerini okuyayım da öyle yatayım” gibi alışkanlıklarım yoktu. Bu bölümü çok iyi bir şekilde bitirebilirdim ama beni heyecanlandıran çok başka şeyler vardı dünyada. Onlar o yaşta biraz daha ağır bastı.

Kırılma noktası nerede ve nasıl oldu peki?

- Kırılma noktası hálá yok aslında. Hálá çok korkuyorum. “Çok rahatım, bunu çok rahat oynarım” gibi bir şey hiç olmadı. Sadece o korkum biraz daha azaldı. 22 yaşımda fiziksel olarak hálá kendimden çok hoşnut değildim. Önce mankenliğe adım attım. Belki bu şekilde kendimi beğenir, oyunculuğa da adım atarım diye düşündüm. Ama düşündüğüm gibi olmadı ve mankenlik gelişemedi. İkinci ayımda bir oyunculuk teklifi aldım. Dizilerle başladı yolculuğum.

Tıp okurken oyuncu olmaya karar veren kızları için aileniz ne tepki gösterdi?

- Onların beklemedikleri bir şeydi. Çünkü ben ne çok sosyal, ne çok dışa vurumcu bir insanım. O kadar tuttuğunu koparan, herkes bana baksın mantığına sahip biri değildim. Ben daha çok köşelere saklanan biriydim. O yaşıma kadar özellikle eğitimim konusunda sağladığım başarılardan kaynaklanan bir kredim vardı ailemde, biraz onu kullandım. Onlar da “Sen iyi hissedeceksen, gerçekten istiyorsan yap” dediler. Ama yine de “Tıp olmasa da bir üniversiteden mezun ol ve diplomanı al” diyorlardı.

Bir yıldır İstanbul-Antakya arası bir hayat sürüyorsunuz. Hayatınızı ikiye bölmek zor oluyor mu?/_np/0314/6970314.gif

- Eylül 2007’den beri bu düzende yaşıyorum. Antakya’da otelde kalıyorum. Hem iki yerde yaşıyorum, hem iki yerde yaşayamıyorum gibi bir durum var. Son 10 yıldır İstanbuldışında bir yerde yaşamamıştım. Antakya çok güzel ve enteresan bir yer.

En uzun kaldığınız şehir unvanına sahip İstanbul, sizin gözünüzden nasıl bir şehir?

- Gerçekten facia bir şehir burası. Almanca’da “Yokluk, yaratıcı kılar” diye bir deyim vardır. Belki bu biraz özetleyebilir düşüncelerimi. Sürekli bir şeyler eksik. İstanbul’da birtakım şeylerin nasıl olabileceğini gösteren bir sokak, hemen arkasında da nasıl olmaması gerektiğini gösteren bir yer var. Bunlar da biraz çekici kılıyor. Yaşadığını anlıyorsun. İnsanlar sadece acı çektiklerinde yaşadıklarını anlarlar.

Modellikten oyunculuğa geçiş yapanlara yapılan eleştiriler size pek yapılmadı. Hakkınızda hep olumlu şeyler söylenmiş şimdiye kadar. Nasıl karşılıyorsunuz bu durumu?

- O beni iyi yerlere koyanlarla ilgili biraz da. Şöyle bir şey var; sen bir şeyi yaparsın ama bir de ona yaklaşanlar vardır. Yani onu değerlendirenler, eleştirenler… Yapılan iş ve o işi yapan kişi kadar da eleştirenler ve o eleştirenlerin niyeti ve yaklaşım şekli de çok önemli. Ben eleştiriye açık biriyimdir. Şunu şöyle yapsaydın daha iyi olurdu gibi öğretici, yapıcı eleştirilere çok açığım. Ama Türkiye’de yapıcı eleştiriyi yapmayı çok bilmiyoruz. Eleştiri yanlış bir şeyi bulmak ve o yanlışı düzeltmek için vardır. Ama benim Türkiye’de gördüğüm karşındakini yerin dibine sokmak için

yapılıyor. Çamur atmak ve sonunda da “Oh ben ne güzel sıyrıldım” demek için yapılıyor. Kendini yükseltmek ve karşındakini mümkün olduğu kadar alaşağı etmek için yapıldığına çok şahit oldum.

“Beş Vakit” ve “Sis ve Gece”… Rol aldığınız iki sinema filmi bir şeyleri değiştirdi mi sizde?

- İki filmde de çok mutlu çalıştım. Sinema filmlerinde biraz daha güvende hissediyorum kendimi. Daha fazla çalışma ortamı, vakit, ister istemez daha özen var. Daha kontrollü ve sırtını güvenle yaslayabileceğin bir temel var gibi hissettim iki filmde de. Tabii ki filmlerde bir performans kaygım vardı. Çok iyi işlerdi ve o işi aşağı çekmemeliydim.

Öne çıkan kişilik özelliklerinizden kırılganlık, hayatınızın en çok hangi alanlarında sizi yoruyor?

- Mücadelem bu hayatın içinde hálá kırılgan ve saf kalabilmek. Ben kendimi, yara almayayım diye başkasını yaralarken bulmak istemiyorum. Kendimi koruyacağım diye başkasına zarar vermek istemiyorum. Herkes bir güç savaşı içinde. Daha güçlü olabilmek için de başkalarını güçsüz kılman gerekiyor. İlişkilerde de baktığınız zaman bir taraf hükümdardır, çünkü kaybetmekten korkar.

Ne kadar sosyal bir insansınız?

- Hiç değilim sanırım. Çocukluğumdan beri farklı yerlerde yaşamak beni daha içe dönük birisi yaptı. ’Ben ve kitaplarım’ durumuna dönüştü. Çok insanın olduğu bir çevreye girmek beni hep tedirgin eder. Nasıl olmam gerektiğini bilemeyebiliyorum. Böyle durumlarda çok kapalı ya da çok açık biri olabiliyorum. Gardımı alıp ilişki kurmayı bilmiyorum ben. O yüzden bana yeterince kolay gelmiyor./_np/0315/6970315.gif

Bir evlilik denemeniz oldu. Şimdi nasıl bakıyorsunuz evliliğe?

- Evlilik kadar tuhaf bir şey olabilir mi? Aşık oluyoruz, duygusal bir bağımız var, bunlarla birlikte devlete gidiyoruz, “Lütfen şu kağıda bizim aşkımızı onaylar mısınız” diyoruz.

En çok ne değiştirdi evlilikle ilgili fikirlerinizi?

- Evlilik çok zor bir şey değil aslında ama sadece elinden şu özgürlüğü alıyor; evli olmadığın zaman her sabah kalkıyorsun, “Bugün yine sevdiğim adamla birlikte olmak istiyorum” diyorsun. Ama evlilik şunu hissettirebiliyor; “Bugün bu insanın yanında olmak istemiyorum ama ne yapalım evlilik işte”. Ayrılmaya kalksan ailen, toplum, birçok şeye karşı mücadele vermen gerekiyor. Belli tuzaklar var, o tuzaklara düşmemek gerekiyor. Aslında her gün gördüğün, her gün yanında uyandığın insan aynı insan değil. Dünkü insanı anlamış olabilirsin ama yarın o insanı anlamayabilirsin. Evlilik konusunda karamsarım.


O'na Ölünür


27 Ekim 2011 Perşembe


Selma Ergeç, 1978 yılında Türk bir baba ve Alman bir annenin ilk çocuğu olarakHamm Bockum-Hoevel, Almanya’da dünyaya geldi. Babası Adana’lı bir doktor, annesi ise hemşireydi.1983’de ailesinin Mersin, Erdemli’ye taşınmasıyla ilkokula burada başlayan Ergeç, ardından Ankara’ya taşınmalarıyla Or-An İlkokulu’na devam etti. Son sınıftayken Almanya’ya dönüş yapmalarıyla 1989’da Grundschule (ilkokul) Gottmadingen’den mezun oldu. Gymnasium (ortaokul) Ochtrup’un ardından 1993-1995 yılları boyunca Gymnasium Georgianum Vreden’de okuyan Ergeç, 1995-1996 yılları arasında Oxford, İngiltere’de Headington Girls School’da yatılı olarak okudu. 1996-1998 arasında Gymnasium Georgianum Vreden’e devam etti ve 1994 yılında öğrenci değişimi programı kapsamında Lille/Fransa’ya gitti. 1993-1998 arasında Euregio Orchester, Musikschulorchester ve Streichergrupp orkestralarında keman çaldı.Drama, İngiliz Edebiyatı ve güzel sanatlar ağırlıklı dersler alırken, tıp okumaya karar veren Ergeç Almanya’ya döndü ve 1998’de Münster Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne (Westfaelische Wilhelms Universitaet Muenster) girdi. 6 yıllık okulunun ilk 3 yılının ardından Türkiye’ye geldi ve Çapa Acil Dahiliye’de ardından da Adana’da staj yaptı. Staj döneminin ardından eğitimine bir süre ara vermek istedi ve okuldan bir senelik izin aldı. “Evet doktor olup dünyayı kurtarmam lazım ama çok oyuncu olmak da istiyorum” diyerek bir ay sonra 'Böyle Mi Olacaktı' adlı diziyle oyunculuğa başladı. Dizide bir yıl boyunca eroinman bir kızı canlandıran Ergeç, hemen ardından 'Ayça' karakterini canlandırdığı 'Yarım Elma' adlı dizide 43 bölüm oynadı.2000’de Uğurkan Erez Ajans’ta mankenlik ve fotomodellik yapmaya başladı. Emre Altuğ’un 'Gidecek yerim mi var' parçasının klibinde oynadı. Tıbba devam etmeme kararı alırken, 2002’de Fernuniversitaet Hagen’de psikoloji ve felsefe eğitimi aldı.2003’de ünlü tiyatro ve dizi oyuncusu Aliye Uznunatağan’dan oyunculuk dersleri almaya başlayan Ergeç, bir dönem boyunca daMüjdat Gezen Sanat Merkezi'ne misafir öğrenci olarak katıldı. Ayrıca İngiltere’de drama eğitimi aldı. 2004’de Soul Star Underground Newyork ve 360 İstanbul çalışan kıyafetleri tasarımlarında, stilist olarak çalıştı.

- İpek -

Muhteşem Yüzyıl dizisi ile adını iyice duyuran güzel oyuncu Selma Ergeç'in hakkında bilmediklerinizi bu röportajla öğreniceksiniz melişler


Paha biçilmez mücevherlerini ve şaşaalı kostümlerini çıkarıp saray ortamından uzaklaştığı ender günlerden birinde Selma Ergeç’le buluştum. Ve “Muhteşem Yüzyıl”ın Hatice Sultan’ına hakkında merak ettiğim ne varsa sordum.

10 yıldır ekranlardasınız. Selma Ergeç’in oyunculuğunu kanıtladığı film hangisi?
- Daha öyle bir film yok!
Çok büyük bir projenin içindesiniz. ıyi bir karakteri canlandırıyorsunuz. ınsanlar hep övüyordur şimdi sizi...
- Genelde bana ulaşan tepkiler, hep iyi tepkiler. Tabii kimse sizi kolunuzdan tutup da “Çok fenasın, çok kötüsün” demez. Gelen yorumlar çok ciddi bir filtreden geçmiş pozitif yorumlar oluyor.
Yakın çevreniz daha acımasız eleştiriyordur o zaman...
- Kardeşim beni çok eleştiriyor.
Ne diyor?
- Onu asla paylaşmam sizinle. O çok doğru, çok net ve acımasızca eleştirir. En çok onu dinlerim. Ama genel olarak eleştirilere çok fazla bakmamaya, bir şey okumamaya, duymamaya çalışıyorum. Çünkü ister istemez sağlıksız bir farkındalık yaratıyor sette. O yüzden biraz daha izole bir halde olmaya çalışıyorum.


HAKKIMDA ÇOK FAZLA ŞEY BİLİNSİN İSTEMEM
Bir de siz çok sessiz sakin bir şekilde gelip girdiniz hayatımıza. ıddialı bir söyleminiz hiç olmadı ama bilinen bir isimsiniz artık. Bu bir strateji miydi?
- Hayır. Bu tamamen benden kaynaklanan bir şey.
Çekingen misinizdir?
- Her zaman değil ama zaman zaman.
Fotoğraflarınızda hep kırılgan, hassas bakışlı bir kadın görüyorum. Gerçekte de o kadar kırılgan mısınız?
- Değilim aslında da fotoğraf çektirmeyi çok sevmiyorum ben.
Çok konuşmayı, poz vermeyi sevmiyorsunuz ama öyle bir işin içindesiniz ki bir anda herkese ulaşabiliyorsunuz ve hiç tanımadığınız insanlar sizi tanıyor. Nasıl bir iştir bu?
- Mümkün olduğu kadar hakkımda her şeyi bilmemelerini diliyorum. Çok fazla bir bilgi akışının çok farz olmadığını düşünüyorum. Fotoğraf çektirmeyi çok sevmediğim için de sanırım o anda öyle bakıyor oluyorum. Çünkü çok isteyerek yaptığım bir şey değil.
NE KADAR SEVİLDİĞİMİN PEK FARKINDA DEĞİLİM
Bir de çoğunluğun estetik ameliyatlarla ifadesini değiştirdiği bir dönemde sizin için “duru güzel” deniyor. ınsanların bunu söylemesi size ne hissettiriyor?
- İyi bir şey duymak, kötü bir şey duymaktan her zaman daha iyidir. “Duru güzel” de iyi bir şey herhalde. Günümüzde photoshop’tan sonra zaten iyice uçtuk. Basında yer alan kusursuz güzellikteki insanlar gerçekte yok! Ama bize bu dayatıldığı için inanıyoruz. “Sen bunu al, alırsan böyle olacak, şöyle olacak” deniyor. Sana bir hayat tarzı, kendini özel hissetme duygusu yaşatılıyor. Olmayan bir ihtiyacı yaratmak üzere inanılmaz kurnazlıkta bir çalışma var. Çok da işe yarıyor maalesef. Orada kullanılan gerçeküstü güzellik de bence çok sağlıklı bir imaj değil. O yüzden “Kusuru da var ama olsun o da iyi” denmesi iyi bir şey benim için.
Olduğunuz gibi görünürken bu kadar sevilmeniz, takdir edilmeniz herhalde en büyük mükafattır...
- Evet yani güzel bir şey tabii de ben o kadar sevildiğimin farkında olduğumu söyleyemem. Kendi gibi bir insanım işte ben.
Şu an röportaj yaptığımız için geriliyorsunuz, farkında mısınız?
- Tuhaf geliyor. Kendini anlat soruları, oyunculukla ilgili konuşmak... Bugün bir şey bildiğimi sanıyorum, yarın hiçbir şey bilmediğimi anlıyorum.
Ama zaten yaşamak böyle bir şey değil mi?
- Evet. O yüzden bununla ilgili ahkam kesmek bana çok beyhude geliyor. şu anki favori kelimem “beyhude”...
SETTE YAŞADIKLARIMIZ GERÇEKTEN MASAL GİBİ
Rol gereği de olsa saray ortamında saatler geçirmek nasıl bir şey?
- Alıştık artık. Çekimlere ilk başladığımızdan beri benim favori mekanım has bahçe. Ben en çok orayı seviyorum. Sete ilk girdiğimizde hepimiz çok etkilendik. Ama tabii her gün orada zaman geçirdiğimiz için gözümüz alıştı.
Peki ya o kostümlere, mücevherlere ne demeli?
- Kostüm giymek şu açıdan çok güzel; ne zaman öyle bir şey olabilir ki! Ne zaman böyle kıyafetler giyebilirsin? Yaşadıklarımız gerçekten masal gibi. Masal tanımı çok güzel bir kapı açtı kafamda. Öyle baktığınız zaman da çok hoş.
TIBBI ŞIMARIKLIĞIM YÜZÜNDEN BIRAKTIM
Bu arada bir de tıp eğitimi almışsınız. Oyunculuk yaptığınız şu 10 yılda “Keşke doktor olsaydım” dediğiniz oldu mu?
- Zaman zaman.
Hangi zamanlar?
- Ben tıbbı da çok severek okudum ve tamamen şımarıklıktan bıraktım. Benim babam çok iyi bir cerrah ama aslında şarkı söylemek istiyor. Durmadan Türk sanat müziği söylüyor. Sanırım ben de onun gibiyim. ıçinde bulunmak istediğim iki alan vardı. Biri tıp, diğeri oyunculuk. Ama oyunculuğu hiç meslek olarak görmedim. Yoksa ıngiltere’de kalıp orada başlardım oyunculuğa. O mantıklı kararı veremedim. Egoist yanımı bastırmak, başkaları için bir şeyler yapmak asıl tercihimdi. Gel gör ki öyle olmadı. Bazen bunun vicdan azabını çekiyorum. Üstelik tıp daha kolaydı oyunculuktan.
Bunu söylerken ciddi misiniz?
- Kesinlikle. Çok iyi yerlerde sağlam stajlar yapma imkanı verdiler bana. Çok zor anlar yaşadığım, hayatla ölümü bir arada gördüğüm acilde çalıştım. Asla oyunculuktaki kadar zorlanmadım. Ne kadar ironik bir durum!
Dönün o zaman doktorluğa, sizi tutan ne?
- Beni neyin tuttuğunu inan ki bilmiyorum. Onu çözdüğüm zaman arayacağım.
AİLEMLE AYNI DİZİDE OYNADIM
“Asi”de oynarken, annemle babamı Antakya’ya davet ettim. Almanya’dan geldiler. Kalabalık bir sahne çekiliyordu ve yardımcı oyuncu eksiğimiz vardı. Yönetmenimiz de rica etti “Acaba arkada dans ederler mi” diye. Sonra görüntü yönetmenimiz babamı çok iyi buldu. Yönetmenimiz de anneme bayıldı. Diyaloglu bir şey oynatmaya karar verdiler. Anneme doktor rolü verdiler, babama da nikah memuru. Çok komikti. Annem Alman, hâlâ Alman aksanı var ve çok zor bir cümle söylemesi gerekiyor. Onunla ezber yaptık. Sahnesi bittiğinde tüm setten alkış aldı. Babamsa rolünün etkisinden çıkamayan bir günlük oyuncu oldu! Akşam yemeğinde bile sahnesini düşünüyordu.
KÜÇÜKKEN BABAMA DELİ GÖZÜYLE BAKIYORDUM
Canlandırdığınız karakterlerden etkilenir misiniz?
- Etkilenmemek mümkün değil! Sadece küçük boyutta bile etkilenirsin. Masada duran şu fincan mesela... Onu görüyorum, gözümü kapatıyorum ve onu hayal ediyorum. Beyin bu iki algının arasındaki farkı algılayamıyor. O hayal şu anda baktığım ve gözümü kapatıp hayal ettiğim tasla aynı ve gerçek. Babam biz küçükken kahkahalarla gülerek meditasyon yapardı. Rol mü yapıyor, içinden gülmek mi geliyor bilemezdik! O zaman ona deli gözüyle bakıyorduk ama aslında bayağı akıllıymış adam! Gülmek gerçekten o anda bazı hormonları dengeliyor. Önce yalandan kahkaha atarsın, sonra o gerçek olur, kendini iyi hissedersin.

Bayıldımm :)